Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Çamur birikintisi içinden koful, mitokondri, lizozom, golgi cisimciği gibi çok sayıda kompleks organelden oluşan hücrenin nasıl meydana geldiği, tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak öncelikle, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o “ilk hücre” nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış’ı cahilce reddettiği için, o “ilk hücre”nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa (yada orman) kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır. Bu en temel biyoloji kanunu: “hayat hayattan gelir”.
“Hayat Hayattan Gelir” Gerçeği Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ’dan beri inanılan “spontane jenerasyon” adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı.
Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı. Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Spontane Jenerasyon adı verilen bir anlayışa göre darwin döneminde canlıların cansız varlıklardan kolayca oluşabildiğine inanılıyordu. Darwinin “jöle dolu baloncuk” olarak dinetelendirdiği hücrenin ne denli indirgenemez kompleks alt parçalardan oluştuğu bilinmediği için canlılığın kolayca basit olaylar sonucunda oluştuğuna inanılıyordu. İşte tamda bu dönemde yazılan “Türlerin Kökeni , Doğal seleksiyon yoluyla” isimli kitap canlılığın en küçük yapı taşlarından olan bakterilerin (ve miktopların) varlığını ortaya çıkartan kişi Louis Pasteur olmuştur. Louis Pasteur’ ün bulguları, cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiasını kesin olarak tarihe gömmüştür. Ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur (1822-1895) yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda şöyle bir sonuca varmıştı: “Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.2 (bkz. Tesadüf Sanat Yapamaz )
Pastör, temelde şöyle bir deney gerçekleştirmişti,
İki tüp içerisinde et suyu kaynatmış, Bu tüplerin üst kısmına, çıkan buhardan ötürü havanın geçmesine izin vermeyen kuğu boynu benzeri, bir boru yerleştirmiştir. Tüplerden birindeki boruyu çıkarıp kaynatılan et suyu bir gün bekletmiştir. Neticede gözlemlenmiştir ki, boru çıkartılan tüpte bakteri üremiş ve et suyunun rengi koyulaşmış olmasına rağmen diğeri aynı renkte kalmıştır. Bu dönemde evrim teorisinin savunucuları, Pasteur’ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim canlı hücresinin kompleks yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiası giderek daha büyük bir çıkmaz içine girdi. Evrimci düşünce sistemine göre canlılığın ilkelden komplekse doğru adım adım dönüştüğü iddia edilir ancak hiç bir tane geçerli bir delil öne sürülememiştir. İddialar hep asılsız hep çıkmazlar içinde kalmıştır.
Fransız Bilimler Akademisi’nin eski başkanı olan ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé aslında bir ateist olmasına rağmen “Darwinist ideoloji” için “tesadüf” kavramının ne ifade ettiğini şöyle özetlemektedir:
… Tesadüf, ateizm görüntüsü altında kendisine gizlice tapınılan bir tür ilah haline gelmiştir. (3)
Pastörizasyon Tekniğini Buldu Pasteur, mayalanma ve bulaşıcı hastalıkların yayılmasından sorumlu olan canlıların mikroorganizmalar olduğunu kanıtladı. Spontane generasyon (kendiliğinden türeme) teorisini çürüttü. Bu sayede bira, süt, meyve suyu gibi mayalanabilir sıvıların uzun süre bozulmadan saklanabilmelerini sağlayan “pastörizasyon” adlı konserve yönteminin gelişmesini sağladı.
Bu yöntem, sütü 63 °C’de otuz dakika süreyle ısıtmak ve daha sonra sütü hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koyarak uygulanıyordu. Buna benzer bir yöntem günümüzde (UHT) adı altında kullanılmaktadır.
Bu yöntem, gıda sanayide, besin maddelerini hastalık yapıcı mikroorganizmalardan arındırmak amacıyla uygulanmaktadır. İlk kez 1860’larda Fransız bilim insanı Louis Pasteur tarafından geliştirilen ve onun adıyla anılan bu yöntem, mikroorganizmaların ısı yardımıyla tahrip edilmesi esasına dayanır. İçinde enzim ve bakteri bulunan besleyici özelliği olan maddenin 60 °C’den 100 °C dereceye kadar ısıl işlemle öldürme veya etkisiz hale getirilme işlemidir.
Bakterilerin ölüm eğrisi canlının bulunduğu asitlik yüzdesi ve uygulanan sıcakla orantılıdır ve bazı sebzelerdeki enzimlerin parçalanma başlangıcı olan 60 °C’den 100 °C dereceye kadar ısı uygulanarak o besin maddesindeki bozulma enzimi parçalanana ve o besin maddesine özgü bakteri öldürme ya da etkisiz hâle getirilme derecesine kadar ısı uygulanır. Besinin merkezindeki sıcaklık esas alınır. Ürünler besi kuvvetine göre bir yıldan bir haftaya kadar dayanıklık kazanır. Pastörize gıdaların ev buzdolabı şartlarında (5-7 °C) saklanması ve satışa sunulması uygundur. Tazeden daha uzun süre tüketilecek gıdalar pastörize edilerek kullanma süresi uzatılır. Süt 63 °C, Turşular 82 °C, Domates suyu 94 °C dereceye kadar ısıtılarak bakterileri etkisiz hale getirilir. Pastörize etme süresinin yarı süresinde madde genellikle suyla soğutularak 40 °C dereceye getirilmelidir, yoksa renk, kalite kayıpları olur.
Et ve etsular pastörize edilemez, faydası çok kısa süreli olur. Bu yöntemin yaygın olarak uygulandığı gıdaların başında süt gelir. Ayrıca meyve suları, bira ve şarap gibi içeceklerle bazı katı yiyecekler için de bu yöntem kullanılır. Isıl işlemin 101 ve üstündeki derecelerinde basınç da uygulanması gerekir ve buna sterilizasyon denir. Yüksek proteinli olan et, ve baklagilli sebzelerde ve un gibi karbonhidratlar ihtiva eden gıdalarda uygulanır. Hazır gıda olarak nitelendirilebilir.
Kuduz Aşısını Geliştirdi Pasteur’ün hastalıkların önlenmesi için Pierre Paul Émile Roux ile yaptığı çalışmalar sonucu aşı yöntemi geliştirildi. Pasteur, bu yöntemi tavşanlar üzerinde denedi.
6 Temmuz 1885 tarihinde kuduz bir köpek tarafından ısırılmış olan 9 yaşındaki Joseph Meister’a kuduz aşısını uyguladı. Daha sonra aşının kuduz hastalığı üzerindeki etkisini araştırmak için 11 köpek ile deney yaptı. 6 Temmuz 1885 tarihinde kuduz bir köpek tarafından ısırılmış olan 9 yaşındaki Joseph Meister’a kuduz aşısını uyguladı. Bu aşıyı hiç kullanmadan önce tıbbi doktor olmadığı için Pasteur tereddütte kalmıştı ve danıştığı kişilerin desteğiyle uygulama kararını almıştı. Çocuğun sağlık durumu iyiye gitmeye başladı ve 3 ay sonra olumlu sonuç alındı. Bu başarı sayesinde Pasteur kahraman ilan edildi. Olumlu sonuçlar sayesinde Pasteur; 1887 yılında Pasteur Enstitüsü’nü kurdu.
Pasteur Osmanlı Tarafından Mecidiye Nişanı ile Ödüllendirildi Osmanlı Devleti 8 Haziran 1886 tarihinde, kuduz aşısını bularak milyonlarca kişinin şifa bulmasını sağlayan Fransız mikrobiyolog ve kimyager Louis Pasteur’e, çalışmaları için 10 bin frank ile Mecidiye Nişanı verdiği, bilim adamının ölümünden sonra adının yaşatılması amacıyla yaptırılan heykeli için de 1.000 frank yardım göndermiştir.(4)
1800’lerde yabani bir hayvan tarafından ısırılmanın ölüm fetvası anlamına geldiği düşünüldüğünde Pasteur’un geliştirdiği aşının bu dönemde ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Yukarıdaki anlatımlardan sonra derin düşünen herkes yaşamın kör tesadüfler sonucu değil, planlanmış ve kesin sınırları olan ve bu sınırları özenle korunan sistemli bir şekilde çalışan bir yapı olduğunu görecektir. Bilim dünyasının 1800′ lerde içinde bulunduğu ilkel bilim anlayışı içerisinde Louis Pasteur ‘ün belkide en önemli tespiti şu olmuştur:
“Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.”
Biyoloji, fizik, kimya, matematik, paleontoloji tüm bunlar bilimdir ama “tesadüfen oldu” diyen “evrim teorisi” bilim değildir. ? ? ?
İlk Yorum Sizden Gelsin